بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Muhâkemat Eserinden Üstadın Bir Çağrısı
Bir bahçe düşünün, içinde güzel elma ağaçları var. Ama içinde bir yerde bir zakkum meyvesi görsen, “Bu bahçede zakkum yetişiyor,” der misin? Hayır. Çünkü o ağacı görmüyorsun. Anlarsın ki bu zakkum dışarıdan içeriye sokulmuş.
Kur’ân belli, Hadîs belli, Risale-i Nur bellidir. Bunlara uymayan bir söz gördüğün zaman, bil ki bu söz Müslüman’dan çıkmamıştır, dışarıdan girmiştir. O hâlde, Müslüman bunu sahiplenmesin. Kendine çekidüzen versin, nefsine dönsün. Tevfik Allah’tandır. Allah isterse, bu hâli çevirir. Lâkin bize düşen, Kur’ân’a yönelmektir.
Risale-i Nur’un evvelinde, Üstad Hazretleri Kur’ân tefsiri yapmak istemiştir. Gayesi, nazarları Kur’ân’a çevirmektir. Kur’ân’ı tefsir etmek için, önce onu anlayacak bir bakışı, bir zemini inşa etmiştir. İşte bu sebeple, tefsire mukaddime olarak Muhâkemât’ı yazmıştır.
Sonra zaman ona müsait olmadı. Lafzî tefsir suretinde yapmaya muvaffak olamadı. Harpler girdi, musibetler girdi. İşârâtü’l-İ‘câz ile biraz başlamıştı. O tefsir, daha çok bir vecih üzerinden, biraz o tarzda başladı. Fakat kader ona müsaade etmedi.
Ancak o, acil olan bir gayeye yöneldi. Asıl gayesi olan Kur’ân tefsirinden süzülüp mânâya dönüşen bir eser olarak Risale-i Nur’u telif etti.
Fakat Üstad burada bize bir yol gösteriyor, istikbal için bir hedef bırakıyor. İşte Muhâkemât’ın başındaki o kısım, Üstad’ın bütün hayatının gayesini gösteriyor. Hamd ve salveleden sonra, “emmâ ba‘d” diyerek şöyle der:
“Şu fakir, garîb Nursî ki, Bid‘atü’z-Zamân lakabıyla müsemma olmaya lâyık iken, haberi olmadan Bedîüzzamân ile meşhur olan bîçâre, tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryâd u figân ederek ‘âh âh âh, vâ esefâ’ der ki:”
Yani şöyle diyor: “Bana Bedîüzzamân dediler. Fakat bu yanlıştır. Ben Bedîüzzamân değilim ben Bid‘atü’z-Zamân’ım. Çünkü zaman, bid‘atlarla doldu. Kur’ân ve sünnet, yani asıl kaynaklar, bid‘at gibi durmaya başladı. Zamanın efkârına muhalif düştü.
İşte bu sebeple diyor ki:
“Sözüm garîb gelir. Çok yerleri kırar. Belki bazı şeyleri yıkar.”
Çünkü zamanın inançlarıyla, alışkanlıklarıyla, bâtıl kıymet hükümleriyle çatışıyor. Ama bunu yaparken de Kur’ân’ın hakikatini ortaya koymak, nazarları ona çevirmek istiyor. Bütün hayatının gayesi budur. Ana hakikat budur diyor:
“İslâmiyet’in mâğz ve lübbünü terk ederek, kışrına ve zâhirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû’-i fehim ve sû’-i edeble, İslâmiyet’in hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifade edemedik. O da bizden nefret ederek, evhâm ve hayâlâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.”
İşte ilan ediyor, izah ediyor, devamla diyor ki:
“Biz Kur’ân’dan yüzümüzü çevirdik. Hayâlâtı, onun hakikatinin içine karıştırdık. Onun belâgatinden, sırr-ı i‘câzından gâfil kaldık.”
Bu mânâları anlattıktan sonra sesleniyor:
“Öyleyse, ey İhvân-ı Müslimîn! Ey Müslüman kardeşler! Geliniz, ona tarzîye vereceğiz.”
Tarzîye Nedir?
Bir adam sana gücenmiş, sen de onun gönlünü almak istersin. Razı olmasını temin etmek için ne gerekiyorsa yaparsın. “Bana darıldın mı? Beni affet, razı ol,” dersin. Özür beyan edersin. Onu rızâ-yı dâde yapmaya çalışırsın.
İşte, diyor ki: Kur’ân’a tarzîye vereceğiz. O bizden küstü, gitti. Bizi bu zillete bıraktı. Çünkü biz onun kıymetini bilmedik. Başka şeylere yüzümüzü döndük. İsrâiliyat’ı soktuk, başka şeyleri yerine koyduk.
“Geliniz! Ona tarzîye vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadâkati uzatacağız.”
Sadâkat elini.. Biat ederken sultanın eli tutulur. Senin de bir elin gerekir ki o biat gerçekleşsin. Peki, o el nedir? O el, ümmetin vahdetidir. Çünkü:
“يَدُ اللَّهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ”
“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” buyuruluyor.
Burada el, istiâre yoluyla kuvveti, birlik ve dayanışmayı temsil eder. Cemaat olmak, ittifak etmekten kinâyedir. El birliğiyle, yani Hablullâh’ın metînine, yani Kur’ân’a sımsıkı sarılmak. Kur’ân’a dönmek. El birliğiyle ona dest-i sadâkati uzatacağız. Biat edeceğiz..
“وَتُوبُوا إِلَى اللّٰهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ”
“Ey mü’minler, hep birlikte Allah’a tövbe edin.”
İşte o “cemî’an” budur. El birliğiyle dest-i sadâkati uzatacağız, biat edeceğiz. Onun Hablü’l-Metîn’ine sarılacağız. Yol budur. İşte Üstad Risale-i Nur’u bunun için yazdı. Fakat Risale-i Nur’da doğrudan her âyette —özellikle avamın da hemen görebileceği şekilde, iptidâî bir tâlibin dahi ilk bakışta anlayabileceği şekilde— lafzen kaynakları göstermeye tam imkân bulamadı. Çünkü şartlar buna elvermedi.
Zamanı yoktu. Acil bir vazife vardı. İmansızlık hücumu karşısında, imana gelen taarruzla mücadele etmek mecburiyetindeydi. Ama ders usûlünden, metodundan, talebelerine gösterdiği yoldan şunu istedi:
“Benim bu tarzımı görün. Kur’ân’ı okuyun. Kur’ân’ı anlayın. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı, bu Risale-i Nur’un usûlünce anlayıp tefsir edin. Onun esrârını çıkarın.”
Bu makale Soru – Cevap Derslerinin 2. Dersinden alınmıştır. Dersin Orijinal Youtube Linki: Günümüz Şer’i Ve Nur Medreselerine En Mühim Bir Çağrı | Soru – Cevap 2. Bölüm
Soru Cevap Derslerinin Tamamı İçin