بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Suâl: Tasavvuf, Kelam Ve Risale-i Nur Arasındaki Fark Nedir ?
Cevap: Üstad Hazretleri, fikrini başka hiçbir şeyle meşgul etmemek, onu müşevveş kılmamak, zihnini tasfiye etmek için yalnız Kur’ân’ı dinlemiş, Kur’ân ne diyorsa onu anlamaya yönelmiştir. Kelâm da, tasavvuf da, kendi zamanları için Kur’ân’dan alınan birer ilâçtı. Fakat fikr-i beşer onu başka bir surete ifrar etmişti. Üstad Hazretleri bundan dolayı zihnini tasfiye ederek doğrudan doğruya Kur’ân’ı Azîmüşşân’a müracaat etti.
Burası yanlış anlaşılmamalı:
Üstad Hazretleri Kur’ân’a hiç ilim bilmeden, Arapça bilmeden, belâgat bilmeden, tefsir usûlünü öğrenmeden yönelmiş değildir. Bilakis bunların her birinde temel ilimleri en üst seviyede tahsil etmiş, hatta yalnızca okumakla kalmayıp, 90 kitabı metin hâlinde ezberlemiştir.
Bazıları “Üstad başka kitap okumamış” der. Bu ifade eksiktir. Çünkü 90 kitabı metin olarak hafızasında taşıyan bir zâtın, dışarıdan kitap okumasına lüzum kalmaz. Zaten temel ilimleri almıştı. Bu aşama artık tahsil değil, telif aşamasıdır. Üstad Hazretleri artık ilim tahsiliyle meşgul değildir.
Bazıları diyor ki, “Üstad eski Said döneminde ders veriyordu da yeni Said döneminde vermemiştir.” Bu doğru değildir.
Yeni Said dönemi ilk Kosturma esaretinde bir intibah ile başlıyor. Sonra İstanbul’a geldiğinde bir müddet o şâşaa içinde, kendi ifadesiyle, bir gaflet hâletine giriyor. Ama İstanbul’da bir uyanış daha yaşıyor ve ardından Yeni Said’e inkılâp ediyor. Bu, aynı zamanda İstiklâl Harbi’nin cereyan ettiği yıllardır.
Sonra Van’a geçiyor. Van’da, medresesinde talebe yetiştiriyor. Bu dönem yeni Said dönemidir ve burada temel ilimleri ders olarak vermiştir.
Fakat daha sonra sürgün edilince yanına kimseyi bırakmıyorlar, görüştürmüyorlar. O eski tarz medrese derslerine artık imkân yok. O talebeler —yani etrafındaki haslar— zaten dinde lâzım olan fıkıh gibi diğer ilimleri ellerinden geldiğince tahsil ediyorlardı.
Fakat Üstad Hazretleri, bu devirde, ilim sahasına bir eser va’z ediyordu, telifle meşguldü. Bütün vaktini ve zihnini buna hasretmiştir. Kader de onu bu yola sevk etmiştir. Ona yapılan zulümler, tecrid hâli, kimseyle görüştürülmemesi btün bunların hikmeti şudur:
Kur’ân’ı anlamak için bütün dünyayı unutması, zihnini her şeyden tasfiye ederek safî Kur’ân’a yönelmesi gerekmektedir. O seviyeye gelen bir insanın elbette böyle bir tasfiyeye ihtiyacı vardır.
O hâlde: Üstad, bu safhada gidip bir talebeye elifba dersi mi versin? Arapça dersi mi versin? Fıkıh mı anlatsın? İlmihal mi okutmaya başlasın? Hayır. Bunları insanlar zaten öğreniyorlar.
Şimdi buradan anlamamız gereken şey şudur:
Risale-i Nur’un ana maksadı, Kur’ân’ın i’câzını göstermektir. Yani Kur’ân’ın mu’cizeliğini ispat etmek, Kur’ân’ın i’câzını beyan etmektir. Ve işte bu i’câza dayanarak, husûsan iman ilimlerini, imana taalluk eden bütün meseleleri, Kur’ân’ın gösterdiği âyetlerle, delilleri doğrudan Kur’ân’dan alarak, o âyetlerin mânevî tefsirini yapmaktır. Risale-i Nur işte budur.
Yani mevzu olarak Risale-i Nur’un işlediği saha, kelâm ve tasavvufun mevzusudur. Çünkü kelâm ve tasavvufun gayesi de İslâm’da iman ilimlerini, akide esaslarını ispat etmektir.
Bakın, burada çok mühim bir ayrım var:
Tespit değil, ispat. Burası dikkatle ayırt edilmelidir.
Tespit, akîde imamlarının —başta İmam Mâtürîdî ve İmam Eş‘arî olmak üzere— yaptığı iştir. Fakat bu zâtlar da sonradan ortaya çıkmış değildir. Onlar, akideyi Selef’ten almış, Selef-i Sâlihîn’in tespit ettiği esasları, sistemli şekilde müdafaa etmiş, şerh etmiş, yaymışlardır.
Mâtürîdî veya Eş‘arî akideyi kendileri icat etmiş değildir. Zaten Kur’ân ve Sünnet’ten alınan o esasları, selef imamlarının beyanlarını, bir mezhep, bir ekol hâline getirerek talebe yetiştirmişlerdir. Bu sebeple o ekoller onların ismiyle anılmıştır.
Peki, o imamlar neyi tespit etmiştir?
Kitap ve Sünnet’e göre bizim neye inanmamız gerektiğini tespit etmişlerdir. Yani Allah’ın sıfatları nedir? Haşir nedir? Ehl-i fetretin hükmü nedir? İman hangi meseleleri içine alır?
İşte bütün bu akidevî konuların tespitini, o büyük imamlar yapmıştır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri ise, bu tespit edilen meseleleri akıl ve kalp ile ispatını yapar. Risale-i Nur’un metodu budur. Kelâm ilmi, akılla gider. Tasavvuf ise, kalple. Lâkin bu asırda, yalnız akıl yetmez, yalnız kalp de kâfî gelmez. Eskiden teslimiyet kuvvetliydi. Tasavvuf cemiyette daha hâkimdi, kalbî meslekler rağbet görüyordu. O yüzden o zamanlar için tasavvufun usûlleri daha yeterliydi. Kelâm da onun yanında bir derece zayıftı.
Ama şimdi öyle değildir. Bu asırda, hem akla, hem kalbe aynı anda hitap eden bir tarz lâzımdır.
İşte bu noktada Risale-i Nur’un metodu, kelâm ve tasavvufun gaye olarak birleştiği noktada, ikisini de kuşatan bir icraat ortaya koymuştur.
“İhtiyaç, medeniyetin üstadıdır” diyor Üstad Hazretleri; işte bu da onun gibidir. İhtiyaca göre çıkan, rağbetlere göre zuhur eden bir hakikattir.
“Kur’ân’dan ne istersen al.”
Çünkü Kur’ân bir aynadır. Ona muhatap olan, neyle ve ne niyetle gelirse, orada onu bulur. Kalbinde kaypaklık olan sapar. Kalbi sadık olan, ihlâsla yaklaşan, aradığını bulur. Bir adam, eğer Kur’ân’ı sadece malûmat elde etmek için okursa, onun karşısında da sadece bilgi kırıntıları bulur. Ama “Bu benim her derdime dermandır” diyerek yaklaşırsa, aradığına kavuşur. Ne isterse, onu alır.
Üstad Hazretleri evvelce de Kur’ân’ı biliyordu. Ama buradaki yöneliş, şekil ve nazar yönünden bambaşkadır. Tevhîd-i kıble, bütün ihtiyaçlarını, bütün sorularını yalnızca Kur’ân’a yöneltmektir. “Kur’ân ne diyor?” diyerek, başkasını dinlemeden, başka bir istikamete girmeden, yalnız Kur’ân’dan gelecek olan ilâcı beklemektir.
Bazıları şöyle soruyor:
“Peki biz Kur’ân’a baktığımızda neden onu göremiyoruz?”
Cevap şudur:
Sen Kur’ân’a nasıl müracaat ettiğine bak. Zihnindeki gürültüleri sustur. Kur’ân’a kendi anlayışını giydirme. Ayet ne diyor, onu anla. Sen ne görmek istiyorsan onu değil; Kur’ân ne söylüyorsa onu dinle.
Mesela; evladını kaybetmiş bir anne, sokakta hangi gölgeyi görse evlâdı zanneder. Hangi sesi duysa evlâdının sesi sanır. İşte bu da böyledir. Bir insan, o anda hangi derde duçar olmuşsa, o derdiyle görmeye meyillidir. Taassupla, dar bir pencereden bakarsan, dar görürsün. Bu senin kusurundur.
Netice olarak; Risale-i Nur, imânî hakikatlerin, delillerle, aklî ve kalbî yollarla ispatını vazife edinmiştir. Bu yönüyle, kelâm ve tasavvuf ilimlerinin sahasında yürür, ama ne kelâmdır ne tasavvuftur. Farkı budur. O sahada bir tecdid yapar. Daha kısa, daha geniş bir yol açar.
Bu da yalnız onun iddiası değildir. Kim samimiyetle okuyup anlarsa, o da tasdik eder. Biz de okuyarak tasdik ediyoruz. Burada, bir kimsenin konuşmadan evvel onu okuyup anlaması lazımdır. Bu zât boş yere konuşmaz.
Yeni bir usûlle on beş sene boyunca medreselerde tahsil edilen ilimleri okuyup, o kelâm ilminin en yüksek mertebesine ulaştıktan sonra, imanî hakikatler sahasında söz söylemiştir.
Burada alet ilimlerinden bahsetmiyoruz. O başka bir sahadır. Ama iman ilimlerinde, Risale-i Nur, çok daha kısa bir sürede, meselâ on beş hafta gibi bir zamanda, netice verir. Tahkikî imanı kazandırır.
Bu makale Soru – Cevap Derslerinin 3. Dersinden alınmıştır. Dersin Orijinal Youtube Linki: Risale-i Nur Nedir ? | Soru – Cevap 3. Bölüm
Soru Cevap Derslerinin Tamamı İçin :