بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Suâl: Burçların Hakikati Var Mıdır ?
Cevap: İlim için zaten bu lazımdır çünkü
-
gökyüzünü
bilmeden yeri de bilemezsin. O dönemin imkânlarıyla insanlar gökyüzünü incelediler, tespitler yaptılar. Yıldızların hallerini, konumlarını anlamak, haritalarını çıkarmak, hareketlerini takip etmek için uğraştılar.
Tabii o zamanlar “Güneş arzın etrafında dönüyor” diye biliyorlardı. Bu zannın neticesinde, her ay Güneş’in tulû ettiği noktanın değiştiğini fark ettiler. Güneş dönüyor zannedildiğinden, her ay tulû ettiği yerde arkasında görünen yıldız kümesi de değişmekteydi. Aslında arz döndüğü için bu farklılık oluşuyordu, fakat o dönemde bu idrak edilmemişti.
Güneşin tulû ettiği yerleri, gökyüzü haritasında tespit etmeye başladılar. Ve işte o büyük daire — gökküresi dairesi — 360 derece olarak belirlendi.
Neden 360 Derece?
Sene yaklaşık 360 gündür; küsuratlar bir tarafa bırakıldığında yuvarlak olarak 360 gün sayılır. Her bir günlük hareket bir derece kabul edilmiştir. Böylece tam bir daire 360 derece olarak kabul edilmiştir.
Her 30 günlük hareket bir ay sayıldı ve böylece yıl 12 aya bölündü. Her bir ay 30 gün; her gün bir derece. Bu sistem üzerinden hem takvim hem de geometri ve astronomi hesapları kuruldu. Bugün kullandığımız saat, dakika, saniye sistemi de bu esas üzeredir. Bir saat 60 dakika, bir dakika 60 saniyedir. Bu bölümler hep 360’a göre ayarlanmıştır. Daireyi 360 parçaya böldüler, sonra her birini tekrar bölerek saniye, dakika, saat ölçülerini çıkardılar.
Bu 12’li bölünme üzerine her bir parçaya bir burç ismi verildi. “Burç” kelimesi esasen saraylardaki yüksek kısımlar, yukarıdan bakılan yerler için kullanılır. Güneş, o burçta doğuyor gibi göründüğü için, her daire parçasına bir burç adı verildi.
O burcun bulunduğu alandaki sabit yıldız kümeleri, Güneş’in arka planında görünüyordu. O yıldız kümelerine de şekiller verildi. Mesela, bir yıldız kümesine benzettikleri şekil teraziyi andırıyordu, terazi burcu dendi. Bir diğerine balık burcu, bir diğerine koç burcu vs. dendi. Böylece bugünkü burç sistemi doğdu.
İşte astronomi dedikleri şeyin temeli buradan çıkmıştır. Fakat burada esas mesele şudur:
Semâ, fennen de böyledir, fâil kuvvettir. Yerde gördüğümüz eserler, semâdaki hareketlerin ve kudretin neticesidir. Yerde müstakil bir sebep yoktur. Semâdan bir tesir gelir, Allah’ın izniyle yerde o gerçekleşir.
Ancak bu doğru tespiti insanlar zamanla bozdu. Göklerin bu etkisini zahiri sebep gibi algılayarak, oradan geleceğin haberini almaya yöneldiler. Yıldızların vaziyetinden “gelecekte ne olacak?” diye yorumlar çıkarmaya çalıştılar.
Fıtrat-ı beşerde bu vardır. İnsan zayıftır, bilinmeyenden korkar, gaybı öğrenmek ister. Bu da onu fal gibi şeylere yöneltir. Hadîs-i şeriflerde de bu haber verilmiştir.
İnsan, hemen bir yakıştırma yapar: “Bu yıldız burada olduğu için şu olacak, bu yıldız şöyle durduğu için bu gelecek…” der. Böylece ilmî bir tespitten, kehanete, fala, batıla sapar. Bu da işin istismarı olur.
İnsanın kalbi, haset ve vehim gibi duygulardan kolayca kurtulamaz. Bu vehmin bir uzantısı da, bazı şeyleri uğursuz saymak, yani tetayyürdür. Mesela, iki olay üst üste geldiğinde hemen zihninde bir ilişki kuruyor: “Acaba bu bundan mı oldu? Bunun uğursuzluğu mu?” diye düşünüyor. Bu, insan tabiatında olan bir zaaftır.
Haset de bunun bir başka yönüdür. İnsan, başkasındaki nimete bakar, kendine kıyas yapar, sonra onun eksilmesini ister. İşte bu noktada, zihni sürekli ilişkiler kurmaya başlar. “Şu şöyle oldu, demek ki şunun yüzünden oldu” gibi zan üretir. Halbuki bu zanlar, çoğu zaman vehimdir. Bunların muhtevasıyla amel edilmedikçe, insan mesul olmaz.
Ama bir yönüyle bu, fıtrîdir. Çünkü insan, hayatını korumak için dünyadaki düzeni anlamaya mecburdur. Doğrudan ilimle ulaşamayınca, gözlemle bazı ilişkiler kurmaya başlar. “Şu olayla şu olay beraber oldu, acaba sebep bu mu?” der. Eğer bu, aklın kontrolünde kalmazsa, mesele batıl bir inanç hâline dönüşür.
İşte bu hâl, astronomide de olmuştur. Başta gökyüzü ilmî olarak incelenirken, sonra bu ilim astrolojiye dönüşmüştür. İnsanlar yıldızların konumundan fal bakmaya başlamışlardır.
Aynı şey, ebced meselesinde de olmuştur. Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân bazı zamanlarda i‘câz cihetiyle bazı tevafuklar göstermiştir. Fakat insanlar her şeyden bir kehanet çıkarır hale gelmişlerdir.
Hâlbuki bu, Kur’ân’dan önce de vardı. İnsanlar, tevafuk gördüğünde “bu bir işarettir” derlerdi. Fakat mesele yine aynı noktaya döndü: Kehanet ve kâhinlik. Biz bu hataya düşmeyelim.
Üstad Bediüzzaman bir kâhin değildi. O, Kur’ân’ın bazı sırlarını, i‘câz nüktelerini beyan eden bir müfessirdi. Eğer bir tevafuk, bir vuku ile örtüşürse, bu Kur’ân’a layıktır. Çünkü Kur’ân, lisânu’l-gaybdır; Allah’ın kelâmıdır. Madem kelâm Allah’a aittir, o hâlde bu kelâmda bulunan her işaret, her ince sır bilerek yerleştirilmiştir. Kelâm sahibinin ilmi, kelâmın her cihetine nüfuz eder.
Bu makale Soru – Cevap Derslerinin 4. Dersinden alınmıştır. Dersin Orijinal Youtube Linki: Fetö, Risale-i Nur’u Kendisine Kılavuz Mu Yaptı ? | Soru – Cevap 4. Bölüm
Soru-Cevap Derslerinin Tamamı İçin






