DUYURULAR

Fetö, Risale-i Nur’u Kendisine Kılavuz Mu Yaptı ?

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Suâl: Fetö, Risale-i Nur’u Kendisine Kılavuz Mu Yaptı ?

Cevap: Risale-i Nur, bu asırda Kurân-ı Azîmü’ş-Şân’dan çıkan bir nurdur. Üstad sadece buna vasıta olmuştur. Risale-i Nur, Kur’ân’ın manasını ifade eder, onun hakikatlerini tefsir eder. Bütün cihanda küfre karşı mücadele etmektedir. Bugünkü hâli, alemin durumu, bunu göstermektedir.

İnat ve taassuptan uzak olan herkes, bu hakikati tasdik eder. Biz de bu kanaatteyiz.

Üstad’ın vefatından sonra, bu davayı bitirmek için çalışan zındıka komitesi, işini bırakmadı. Onlar hâlâ hizmetin önünü kesmek, Risale-i Nur’un tesirini azaltmak için uğraşıyorlar. Tahrif, yanlış teviller, saptırmalar ile bu nuru söndürmeye çalışıyorlar.

Biz diyoruz ki: Risale-i Nur’u kurtarırsak, hepsi kurtulur. Çünkü en mühim mesele budur.

Önce Risale-i Nur’un asli halini ortaya koymak gerekir. Şimdi birileri çıkmış, bu nura küsuf yaşatmaya çalışıyor; evham bulutlarıyla üzerini örtmeye çalışıyor. Ama biz bu bulutları dağıtırsak, o nur parlayacak. Ondan sonra her şey yerli yerine oturur. Her mesele çözülür.

En mühim mesele budur ve biz bu meseleye ne kadar eğilirsek yeridir. Çünkü mesele yalnızca Risale-i Nur’un düşmanlarıyla sınırlı değildir. Zarar iki taraflıdır. Bir yanda Risale-i Nur’a karşı açıkça saldıranlar, diğer yanda da dost görünen, fakat cehaletiyle, hatasıyla, ihmaliyle ona zarar verenler vardır. Bu ikinci grup, bazen çok daha tehlikelidir. Çünkü onların yanlışları, düşmanların eline malzeme verir. Bu yüzden Risale-i Nur’un hem düşmandan, hem de ehli gaflet dostlardan kurtarılması gerekir.

15 Temmuz hadisesi buna ibretlik bir misaldir. O karanlık yapının başındaki kişi ve takipçileri, kendilerini Risale-i Nur’a mensup gösterdiler. Hatta açıkça “Biz Risale-i Nur’dan çıkıyoruz” dediler. Bu sadece onların değil, bütün Türkiye’nin meselesi hâline geldi. Devlet ricali bile mecbur kaldı: “Risale-i Nur böyle değildir” demek zorunda kaldılar. Demek ki bu iş herkesi ilgilendiriyor.

Bunun üzerine bir soru soruluyor ve haklı olarak deniyor ki:

Bu yapı “takiyye” yaptı, saklandı, gizlendi, örgütlendi. “Şeriatı sonra getiririz” dedi. “Artık cihat yok, ilmî cihat vardır” dedi. “Siyasete karışmayın” dedi. “Devlet yönetimi lüzumsuz” gibi lanse edildi. “Şeriat olmasa da olur.” Demokrat Parti’yi desteklemek, Amerika ile ittifak etmek, dinler arası diyalog, Hristiyanların cennete girmesi gibi düşünceler… Bunların bir kısmı Emirdağ Lâhikası gibi mektuplardan cımbızlanarak çıkarıldı.

Ama Üstad Bediüzzaman’ın hayatı, bunun tam zıddıdır. O cihad etmiş, Birinci Dünya Harbi’nde çarpışmış, 28 yıl hapiste kalmış, sürgünler görmüş bir mücahiddir. Böyle bir şahsiyetin, böyle tahriflere alet edilmesi, kabul edilemez. Bu yanlışlar yüzünden karşı taraf “Bu kitap böyle mi?” diye ihtiyatla yaklaşıyor.

Fetö gibi sapkın yapılar başarı kazandıysa, bunun sebebi başlangıçta Risale-i Nur’un ismini kullanmalarıdır. O yapıya gönül veren insanların çoğu da — hepsi olmasa da — “Nur talebesi” olduğunu iddia ediyordu. İşte bu yüzden halkta ve devlette bir tereddüt oluştu.

O zaman mesele şu hâle geliyor:

•Risale-i Nur tehlikeli bir kitap mıdır?

•Selefin dışında yeni bir içtihat mıdır?

•Üstad Bediüzzaman büyük bir müctehid midir?

•Mehdiyet meselesi bu işin neresindedir?

Risale-i Nur’un, hoşgörü, diyalog, kâfirle dostluk, şeriatsızlık gibi hiçbir bâtıl fikre en küçük bir tevfiki yoktur. Tam tersine, bunları reddeder, zıddına hükmeder. O hâlde Risale-i Nur’un bu gibi sapmalara alet edilmesi, en büyük tahriftir. Bunu yapanlar bilerek veya bilmeyerek Risale-i Nur’a taarruz etmiş olurlar.

Bunun kaynağı da şudur:

Bazı insanlar, sapkın bir cereyana sahip bir grubun içinde Risale-i Nur’dan cümleler kullandığını görünce, “Demek ki bu kitap buna zemin veriyor” diyerek toptan reddediyor. Bu, sathî, yüzeysel, yanlış bir nazardır.

Bu mantıkla düşünen bir kişi, bir hastayı teşhis ederken yanlış teşhisle öldürebilir. Bu, hem hatadır hem de zulümdür.

Mesela bir grup Risale-i Nur’dan bazı kelimeleri alıp kendine maskara etti diye, bütün Risale-i Nur’u toptan suçlamak insafsızlıktır. Bu, bir mümine yakışmaz.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Üç şey kimde bulunursa, onun imanı kamildir: Adalet, edep, insaf.”

Eğer bu sathî nazar bir mazeret olsaydı, hiçbir kâfir cehenneme girmezdi.

Çünkü o da dışarıdan bakar, “Müslümanlar zayıf, perişan, zelil. Demek ki dinlerinde bir hakikat yok ki bu hâle düşmüşler” der. Bu, safsatadır. Mantıksız, delilsiz bir kıyastır. Mukaddemeleri bâtıl bir muhakemedir.

Oysa Allah Teâlâ insana akıl vermiştir.

أَفَلَا تَعْقِلُونَ”, “أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ”, “فَاسْـَٔلُوا۟ أَهْلَ ٱلذِّكْرِ

Aklını çalıştır, düşün, ehline sor, hakkı araştır.

Risale-i Nur, bu asırda Kur’ân’ın i‘câzını, manevî fütuhatını ifade eden bir nurdur. Üstad sadece buna vesiledir. Bütün dünyada küfre karşı cihad eden bir hakikattir. Bu kitap, şeriatsızlık değil, şeriatı ihya eder. Teslimiyet değil, mücâdele öğretir. Hoşgörü değil, tevhidin izzetini bildirir.

Bu nura sahip çıkmak, bu asrın en büyük vazifesidir. Onu karanlıkların arasından asli hâliyle çıkarmak en mühim gayedir. Çünkü bu nuru küsufa uğratmaya çalışan, üstüne evham bulutları geçiren kimseler var. O bulutlar dağılırsa, bu nur bütün parlaklığıyla parlar. Ve ondan sonra her şey yerli yerine oturur.

Sathî nazarla bakan, muhakeme etmeyen bir adam mazur değildir. Dikkatle bakacaksın. Çünkü biz tefekkür için yaratıldık. Hak ile bâtılı ayırmak, sahteyle hakikî olanı seçebilmek için yaratıldık. Nasıl ki Müslümanlar içinde bir hatayı görüp de Kur’ân-ı Azîmüş-Şân’ı mahkûm edemiyorsan, aynı şekilde Risale-i Nur’a müntesip olduğunu iddia eden kimselerin hatalarından dolayı da Risale-i Nur mahkûm edilemez.

Kaldı ki o kişinin sadece kendi iddiasıdır. Risale-i Nur’dan bazı cümleleri alıp kullanması, onu bağlamaz. Çünkü maksadı o cümlelerin hakikati değil, onların arasına kendi yalanını gizlemektir. En tehlikeli yalan, doğruların arasına sızdırılan yalandır. Bu adamlar Risale-i Nur’un doğrularını kullanarak kendi yalanlarını gizliyorlar. Hem yalanı gizlemek istiyorlar, hem de bu yalan ortaya çıkarsa, “Risale-i Nur da zarar görsün” diyorlar.

Arkasındaki gücü, yani bu işi planlayan zındıka komitesini söylüyoruz. O adamlar belki farkında değil. Ama ipin ucu, onları yönetenlerin elinde.

Bu sebeple kimse çıkıp da “Ben mazurum; öyle göründü, öyle sandım; onlar Risale-i Nur’dan alıntı yapıyorlardı, ne yapayım?” demesin. Bu bir özür değildir.

Çünkü burada mesele, sıradan bir kitap değil, Kur’ân’a hizmet eden, Kur’ân’a dellallık yapan bir eser olan Risale-i Nur’a yapılan bir taarruzdur. Bu ise doğrudan dinsizlik hesabına geçer. Dolayısıyla senin üzerindeki vazife, o Risale-i Nur’u vurmak değil, onu kurtarmaktır. Eğer farkında olmadan bu düzenin bir parçası oluyorsan, alet oluyorsun. Bu sebeple çok iyi ayırt edilmesi, temizlenmesi, ayıklanması gerekir.

Risale-i Nur’da asla bu sapık fikirler yoktur. Ne hoşgörü maskesiyle İslam’ı sulandırma, ne diyalog adıyla inancı sulandırma, ne de ehli küfürle dostluk. Biz de Risale-i Nur okuyoruz. Onlar Risale-i Nur okuyor da biz okumuyor muyuz? Hapislere giren biziz. Onların şatafatlı, debdebeli zamanlarında biz eserler yazarak dedik ki:

“Bu söyledikleriniz ne Kur’ân’da var, ne hadîste, ne şeriatta, ne Risale-i Nur’da. Bu iş yanlıştır. Zarar veriyorsunuz. Bu ipin ucu başka yerdedir.”

Bu sebeple dışarıdan Risale-i Nur’a bu sebeplerle saldıranlar, asla kendilerini mazur görmesinler. Çünkü doğruyu da dinleyebilirlerdi. Biz buradayız, söyledik. Risale-i Nur açıktır, herkes okuyabilir. Koca bir külliyatın içinden bir cümleyi almış, onu mevziinden saptırmış, maksadına alet etmiş.

Mesela diyorlar ki:

“Risale-i Nur İkinci Dünya Savaşı’nda ölen bazı Hristiyanların cennete gideceğini söylüyor.”

Böyle bir şey yok. Git o mektuba bak! O mektubun evvelinde şefkatin suistimalinden bahsediliyor. İfrat-ı şefkat ile “kâfir cehennemde yanmasın” diyerek, insanın kendi nefsî duygusunu dinin önüne geçirmesine şiddetli ikaz yapılıyor.

Yani tam aksine, cehennem inancını sulandırmaya çalışanları tenkit ediyor, diyor ki:

“Senin merhametin, Allah’ın şefkat ve hikmetinin önüne geçemez.”

İşte asıl mesele budur. Risale-i Nur’da olmayan bir şeyi oradan göstermeye çalışmak, onu saptırmak, onu tahrif etmek ve sonra da kalkıp, “Bu kitap tehlikelidir” demek, ağır bir iftira, büyük bir zulümdür.

Her müminin vazifesi, bu hakikati görmek, doğru teşhis etmek ve bu nuru korumaktır.

Bu bir marazdır. Üstad Hazretleri, “şefkatin ifratı”na, yani Allah’ın rahmetinden daha fazla rahmet sahibiymiş gibi davranmaya açıkça maraz diyor ve diyor ki:

“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet olmaz. Ve رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şefkatinden de fazla şefkat olmaz.”

Ama bugün bazı insanlar, kâfirin cehennemde yanmasını, cihâdı inkâr ediyor. İşte bu, ifrat-ı şefkattir ve Üstad Hazretleri bunu şiddetle reddeder.

İkinci Dünya Savaşı’na dair söylediği şey de asla “Hristiyanlar cennete gider” şeklinde değildir. Orada diyor ki:

“Şefkati tanımayan adam, Allah’ın rahmetini de tanımaz. O zaman, elem içinde kalır.”

Bu ifadeler, şefkat duygusunun istikameti içindir. Üstad Hazretleri, İkinci Cihan Harbi sırasında çok büyük zulümler yaşandığını ifade ediyor. İnsan, insan olması hasebiyle, oradaki mazlumlara acır. Zalim olanlara değil. O dağda, bayırda yaşayan, sistemle hiç alakası olmayan, avamdan, mazlum Hristiyanlara acınır.

İşte bu noktada Üstad diyor ki:

“Bu gibi musibetler, mazlum olan kâfir için — evet kâfir olmakla beraber — rahmet-i ilâhiyeden bir hissesine vesile olur.”

Ama “cehennemden kurtulur” demiyor. Sadece diyor ki: “Azabının hafiflemesine vesile olur.” Nitekim bu konuda hadisler de vardır: Cehennemde bazı kâfirlerin azabının hafifletileceği beyan edilmiştir. Üstad da bunu söylüyor.

Çocuk ise, zaten mükellef değildir. 15 yaşından küçük olanlar hakkında teklif yoktur. Eğer 15 yaşından büyükse, mazlumsa, musibetin onun hakkında bir karşılığı olur. O da azabın hafifliği gibi rahmetten bir tezahürdür. Bu zaman bir fetret zamanı gibidir, diyor Üstad.

İslam’ın güçlü olduğu dönemlerde, İslam merkezî bir kuvvet olarak her yere tebliğ ulaştırıyordu. Ama bu zamanda — özellikle savaş döneminde, iletişim kanalları sınırlı olduğunda — İslam’ın ulaşmadığı yerler olabilir. Avrupa’da, Almanya’nın dağ köylerinde, uzak bölgelerinde böyle kişiler vardı.

Eğer gerçekten İslam onlara ulaşmamışsa, bu kişiler fetret ehli hükmündedir. Yani Resûlullah’ın tebliği kendilerine ulaşmamışsa, onlar mesul değildir. Bu da, ehli sünnetin kabul ettiği akideye tamamen uygundur.

Ama burada dikkat edin: Kimin fetret ehli olduğu tayin edilmiyor. “Şunlar fetret ehlidir, cennete gider” denmiyor. Tayin yok, tahmin var. “Belki ulaşmamıştır, eğer ulaşmamışsa…” diye başlayan ihtimalli cümlelerle konuşuluyor.

Bir de şu mesele var:

Üstad Hazretleri’nin “hakikî dindar Hristiyanlar” dediği kimseler, o dönemin Almanlarıdır. Fakat tarihi galipler yazar. Harbi kazanan güçler, Almanya’yı ve oradaki halkı kötüleyerek bir tarih yazdı. Üstad’ın o dönemde gördüğü hakikî Hristiyan dindarlığı, bu manipüle edilmiş tarih algısıyla çarpıtıldı.

Bazıları da bu tarihi bilmeden, Risale-i Nur’u da tam anlamadan, bu ifadeleri alıp başka yerlere alet etti.“Hristiyanlar cennete gider” diyerek Üstad’a iftira ettiler.

Üstad Hazretleri, bu ifadeleri rahmetin hakikatini izah için, şefkatin istikametini göstermek için söylemiştir. Kâfirlerin cennete gireceği gibi bir akide asla yoktur. Risale-i Nur’un bu noktadaki duruşu, Kur’ân ve Sünnet’in hakiki çizgisine tam uygundur.

Üstad Hazretleri’nin “samimi, dindar Hristiyanlar” dediği kimseler, İkinci Cihan Harbi’nde Almanya tarafında bulunanlardır. Çünkü o dönemde Almanya’nın halkı içinde hakikaten dindar, samimi Hristiyanlar bulunmaktaydı. Diğer tarafın — yani Rusya, Amerika, İngiltere, Fransa — hak adına değil, bilakis inkâr ve fesat adına hareket ettiği, tarihî ve içtimâî vakıalarla sabittir.

Rusya komünist, Fransa laik, İngiltere ve bilhassa Amerika ise deccal fikrinin siyasi kuvvetidir. Üstad’ın başka yerlerde de ifade ettiği üzere, bu cereyan, bir şahıstan ibaret olmayıp bir fikrî deccaliyettir. Bu sebeple, mesele Hristiyanlık meselesi değildir; hak-bâtıl meselesidir. Bu yüzden “Hristiyanlar cennete gider” tarzında bir söz, Üstad’a iftira olur.

Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid‘at ve dalâlet yollarına sapanları koruma temayülü, Üstad’a göre bir marazdır. Çünkü şefkat, rahmet-i ilâhiyyenin bir cilvesidir. Bu sebeple, bu şefkatin derecesi, rahmet-i ilâhiyyeyi ve rahmeten li’l-âlemîn olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in merhametini geçemez.

Eğer geçerse, bu artık şefkat değildir. Bu, dalâlete ve ilhâda götüren bir maraz-ı rûhî, bir sakam-ı kalbîdir. Bu, kalbin ve ruhun hastalığıdır.

Meselâ, kâfir ve münafıkların cehennemde yanmalarını içine sindiremeyip; azap, cihâd, ilâhî adalet gibi hakikatleri kendi şefkatiyle çelişiyor zannedip inkâra sapmak, yalnız Kur’ân-ı Hakîm’i değil, semâvî dinlerin küllî bir kısmını inkâr etmektir.

Çünkü cihâd, yalnızca İslâm’da değil, semâvî dinlerin neredeyse tamamında vardır. Bu hükmün dışında kalan Hz. Îsâ aleyhisselâm ise, sultan olmadığı için, onun şeriatında cihâd henüz vâcip kılınmamıştır. Ama bu, istisnaî bir durumdur.

Bu gibi inkârlar, yalnızca hakikati tahrif değil, aynı zamanda bir zulm-i azîmdir. Çünkü Üstad’ın ifadesiyle:

“Masum hayvanları parçalayan canavarlara himâyetkârâne şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedîd bir gadr ve vahşiyâne bir vicdansızlıktır.”

Bu merhamet gibi görünse de hakikatte zulümdür. Bu, rahmet değil, bir hastalıktır.

Tıpkı hasta bir adamın su içtiğinde “tadı yok” demesi gibidir. Hâlbuki su tatlıdır. Ama onun dili bozulmuştur. Aynı şekilde, kalbi hasta olan da şefkati doğru değerlendiremez. Zulmü şefkat, şefkati zulüm zanneder. Bu, değer yargılarının bozulmasıdır.

Buradaki “canavar” tabiri, doğrudan kâfire işarettir. Bu, mecaz değildir. Çünkü cihâd, onların zulmünü defetmek içindir. Üstad’ın buyurduğu gibi:

“Dünyada rezâil bulunduğu müddetçe, cihâd ebedîdir.”

 

Bu makale Soru – Cevap Derslerinin 4. Dersinden alınmıştır. Dersin Orijinal Youtube Linki: Fetö, Risale-i Nur’u Kendisine Kılavuz Mu Yaptı ? | Soru – Cevap 4. Bölüm

Soru-Cevap Derslerinin Tamamı İçin

Bunlara da bakabilirsiniz

Rüyaların Hakikati Nedir ?

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Suâl: Rüyaların Hakikati Nedir ? Cevap: Bugün bu mesele de istismar edilmiştir. Vahyin …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir