Namazda, Fâtiha’daki “نَعْبُدُ” kelimesinin “nûn” harfinde bir cemaat sırrı vardır. Eğer “اَعْبُدُ” denseydi “ben ibadet ediyorum” mânâsı olurdu. Hâlbuki “نَعْبُدُ” denildiğinde “biz ibadet ediyoruz” mânâsı hâsıl olur.
“Biz” ifadesi cemaate işaret eder. Sen tek başına da kılsan, meselâ Şâfiî’de olduğu gibi Fâtiha’yı okusan yine de “نَعْبُدُ” dersin. Âyet bu şekilde gelmiştir. Çünkü Fâtiha namaz sûresidir; Sûretü’s-Salât denir. Namazın esası Fâtiha’dır.
İşte bu “nûn” cemaat mânâsını ifade eder. Bu cemaat sırrı, gaflet etmeyen, ne dediğinin farkında olan uyanık bir musallîye şu hakikati gösterir:
Namazda “نَعْبُدُ” dediği anda ona ihtar edilir: “Yeryüzü bir mescittir.”
O mü’min derhal uyanır ve düşünür: “Ben demiyorum, biz diyorum. Peki bu ‘biz’ kimdir?”
İşte burada cemaatle kılınan namazın sırrı inkişaf eder. “Biz” dediğinde önce şunu anlar: “Bu cemaatle beraber kıyamdayız. Ben hepsinin adına söylüyorum.” Böylece cemaatle kıldığının şuûruna erer.
Sonra düşüncesi genişler: “Şu an yalnızca bu camide değil; bu şehirde de ezan okunmuş, bütün mescitlerde namaz kılınıyor.” Bir perde daha açılır. Bu hâl, atılan taşın halkalar hâlinde büyümesi gibi dalga dalga genişler.
Sonra der ki: “Ben bu şehirde değil, bütün kürre-i arz üzerinde benimle aynı istikamette duran mü’minlerle beraber aynı anda bu namazı eda ediyorum.”
Bir perde daha açılır: “Ben Kâbe’ye yönelerek bu ibadeti yapıyorum. Benim için burada ikindi vaktidir, fakat dünyanın öbür ucunda henüz ikindi olmamıştır. Orada vakti geldiğinde onlar da kılacaklardır. Hakikat ise birdir. Namazlar vakit itibariyle farklı olsa da hakikatleri birleşir.”
Böylece yeni bir saf açılır: “Kâbe bütün yeryüzünün kıblesidir, arz bütünüyle bir mescittir. Hepimiz oraya yöneldik.”
İşte bunun için istikbâl-i kıble çok önemlidir. Kıble Kâbe’dir, güney değildir. Kim güneyi kıble yaparsa namazı bâtıldır. Bir kimse Beyazıt’a veya başka bir yere dönse de niyetinde Kâbe’yi tutarsa işte o kıbleye yönelmiştir.
Niyette Kâbe’yi tutmak, fikri hemen Kâbe’ye bağlar. Buradan Kâbe’ye baktığında, aradaki her şey bir anda silinir. Hayalinde Kâbe’yi getirmesi, bütün arzı bir mescit hâline çevirir.
İşte bu sır, “نَعْبُدُ” kelimesinde gizlidir.
Üstad Hazretleri buyurur ki: “Evvel-i vakitte kılmak şarttır.”
Namazın esası vaktin evvelinde kılmaktır. Vakti geçtikten sonrasında kılınan namaz telafidir sadece.
Meselâ senin bulunduğun bölgede ikindi vakti girmiş ama sen biraz geciktirdin O esnada Konya’daki mü’minler ikindiyi eda etmektedir. Sen ise kendi bölgendeki o safı kaçırmış olursun. Telâfi mümkündür, fakat asıl fazileti yakalayamazsın.
Evvel-i vakitte kılan kimse, “Ben bu anda bu beldenin bütün ahâlisiyle beraber kıyamdayım” şuûruna erer. Güneş battığında, o beldede kim bu vakti görmüşse hepsi namazla mükelleftir.
Evvel-i vakti kaçıran, isterse büyük bir velî olsun, bu hâli tam manasıyla yaşayamaz. Evvel-i vakitte kılacak, niyetinde Kâbe’yi tutacak, hayalinde Kâbe’yi getirecek. İşte o zaman cemaat sırrına ulaşır.
Birdenbire satıh-ı arz bir mescit olur. Bütün mü’minler, o musallî ile beraber saf tutarlar. İşte o zaman Kâbe’nin azameti görünür. Eğer Kâbe’ye gidip de sadece taşına, duvarına bakarsan azametini idrak edemezsin. Kâbe’nin mahiyetine bak! Oradan bütün arza nazar et.
Kâbe’nin dört yönünden arzın dört bir tarafına yönelirsin. Görürsün ki bütün musallîler ona teveccüh etmiş. Onun üzerinde, onun aynasında bütün kürre-i arz mü’minlerinin namazı aksediyor. Hepsi orada birleşiyor.
Kâbe olmasa namaz olur mu? Bizim bütün mescitlerimiz Kâbe’ye dönüktür. Hakikatte tek mescit vardır: Mescid-i Harâm. Onun metafı, musallası, etrafındaki alan küre-i arz kadar geniştir.
O etrafına yapılan duvar değildir. Bir kimse o duvarın dışında Kâbe’yi tavaf etse yine tavaf olur. Orada kıldığı namaz da makbuldür. Demek ki haram olan şey, yalnız o taş duvar değil; Mescid-i Harâm bütün arzın üstü yüzü kadar geniştir. Bizim bütün mescitlerimiz ona dönüktür.
Onu kaldır, dünyada mescit diye bir şey kalmaz.
﴿إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ﴾
“İnsanlar için vaz‘ edilen ilk beyt, Mekke’de olan mübarek ve âlemlere hidayet olan Kâbe’dir.”
Hazret-i İbrahim aleyhisselâm onu inşa etti, namazı yeryüzünde ikame etti, arzı mescit hâline getirdi. Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) “Allah arzı bana mescit yaptı” hadis-i şerifinin sırrı da budur. Her tarafta namaz kılınabilir. Bütün küre-i arz bir mescittir.
O hâlde: Sath-ı arz mescit, Kâbe mihraptır. Saflar ise Kâbe’nin etrafından tâ arzın nihayetine kadar uzanır. Bu hâl şimdiki beş vakit namazın sırrıdır.
Bir de işin zaman boyutu vardır. Önceki asırlarda da bu saflar zaman itibariyle dizilmiştir. O Beyt’in imamı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm’dır. Onun etrafındaki ashâb birinci saf, sonraki asırlar ikinci saf, üçüncü saf… böylece bütün kürre-i arz saf saf olmuş, tâ bu asra kadar gelmiştir.
Diğer cihetten Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) bütün enbiyânın dinine varistir. Onların hakikat-i dînleri Resûl-i Ekrem’de toplandığı için o, onların da imamıdır. Onlar asıl değil, Resûl-i Ekrem’e iktidâ etmişlerdir. Dolayısıyla bütün enbiyâ ve ümmetleri de saf tutmuşlardır.
O hâlde na‘budü’deki “nûn” seni götürdü, en son noktaya ulaştırdı: Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) imamdır. Bütün enbiyâ, evliyâ ve ümmetler saf saf olmuş, o namazda ona iktidâ etmişlerdir.
Sen namaz kıldığında aslında kime uyuyorsun? İmama mı, yoksa Resûl-i Ekrem’e mi?
Biz namaza neden “Allahu Ekber” diyerek başlıyoruz? Resûl-i Ekrem öyle yaptığı için. Neden rükûya gidiyoruz? Resûl-i Ekrem rükûya gittiği için. Neden kıraat ediyoruz? Resûl-i Ekrem kıraat ettiği için.
İmam da dâhil hepimiz Resûl-i Ekrem’e iktidâ ediyoruz. Onun zamanında eda ettiği namaz, o imamet ki; sair şeriatların emirleri de öyledir. Asır asır, dalga dalga arkaya gelmiş, her asır ona iktidâ etmiştir.
İmam namazda şeriata muhalefet etse ne deriz? “Sübhânallah!” Çünkü yanlış yaparsa cemaatin namazı da bozulur. Demek ki hakikî imam kimdir? Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm.
Mütenebbih bir musallî bunu anlar. Namazda kime iktidâ ettiğine dikkat eder. Hususan na‘budü’deki nûn harfi, bütün bu sırların anahtarı olur.
Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) namazının hakikatini görürsen, işte o zaman ubûdiyet-i Muhammediyye’yi idrak edersin.
Dışarıdan bakıldığında Resûl-i Ekrem bir yerde, küçük bir mekânda namaz kılıyor gibi görünür. Fakat hakikatte onun bir tek namazı, bütün arzı harekete geçirir.
Bütün küre-i arz onun namazıyla namaza durur. Onun tesbihiyle tesbih eder. Onun lisanıyla zikreder.
Peki, şimdi Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm’ın yerine kendini koy. Onu düşün. Resûl-i Ekrem o kelimâtı, o ef‘âl-i salâtı ve o ezkârı tam manasıyla, şuurlu bir şekilde yapıyordu değil mi?
“إِيَّاكَ نَعْبُدُ” dediğinde, na‘budü’deki “nûn” ile neyi anlıyordu?
“Biz” dediğinde, umumun namına o ibadeti takdim ediyordu. O “na‘budü” içinde sen de vardın, ben de vardım, hepimiz vardık.
İşte o zaman salât-ı kübrâ’nın sırrı anlaşılır. Resûl-i Ekrem’in namazının hakikatine bak! İşte o, Haşir Risalesi’nde anlatılan salât-ı kübrâdır. Bütün enbiyâyı ve evliyâyı arkasına almış, onlara “Âmin” dedirtiyor. Nerede? Fâtiha’da.
Biz de namazda hep birlikte “Âmin” demiyor muyuz? Peki o kimin duasıdır? Resûl-i Ekrem’in duasıdır. Aynı duayı yapıyor, onun arkasından “Âmin” diyoruz.
Ne istiyoruz?
“اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ”
“Bizi sırat-ı müstakîme hidâyet et. Nimet verdiklerinin yoluna eriştir.”
Yani: “Bizi cennete götüren yola ilet, ebedî saadeti bize nasip et, bu çöllerde bizi mahvetme.”
“غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ”
“Gazaba uğramışların ve dalâlete düşenlerin yoluna değil.”
Yani: “Bizi zeval ile teb‘îd ve azap ile mahvetme, dalâlete atma, gazaba uğratma.”
Ebedî saadet duası işte budur. Biz de arkasından “Âmin” diyoruz.
Resûl-i Ekrem buyuruyor:
“مَنْ وَافَقَ تَأْمِينُهُ تَأْمِينَ الْمَلَائِكَةِ، غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ”
“Her kimin ‘Âmin’ sözü meleklerin ‘Âmin’iyle tevafuk ederse, geçmiş günahları bağışlanır.”
Demek ki biz “Âmin” dediğimizde melekler de âmin diyor. Yani namazda yalnız değiliz; melekler de var, bütün kâinat da var.
Zira insan âlemin vekilidir. O namaza durunca kâinat da onunla beraber duruyor. Bütün kâinatın hakikati, kıymeti, haşir ve ebedî saadetle ortaya çıkar. Onlar da onun nuruyla alâkadardır.
Bu âlem, Resûl-i Ekrem namaz kılsın ve insanlar ona iktidâ etsin diye yaratılmıştır. Güneş dönmese nasıl namaz kılacağız? Arz olmasa nasıl kılacağız? Rızıklar gelmese nasıl kılacağız? Gör ki bütün kâinat o namaz için çalışıyor.
Hepsi duamıza “Âmin” diyor. Bütün kâinat “Âmin” diyor. Çünkü Allah istemeden vermez; O istetmeden de istemeyi nasip etmez. Önce istetir, sonra verir.
Kim dua edecek? Nev‘-i beşerin reisi. Çünkü Allah’ın rahmet hazinesini ancak O açar. Bizim gücümüz yetmez; biz O’na iktidâ ederiz. Salavâtlarımızla da onun duasına “Âmin” deriz. Deriz ki: “Yâ Rabbi! Habîbinin istediğini ver, ona rahmet et!”
Çünkü hepimiz onun istediğini istiyoruz.
Namaz kıldığımızda aslında bütün âlemi geziyoruz. Zamanın fevkine çıkıyoruz. Namaz işte böyledir: Miraçtır.
Miraçta Resûl-i Ekrem bütün enbiyâya imam oldu. Bütün kâinatın âyetlerini müşâhede edip Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıktı ve:
“التَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ”
dedi.
Allah Teâlâ onu cennet ve ebedî saadetle müjdeledi. Ve:
“اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ”
hitabı geldi.
İşte namaz, bu mananın küçük bir numûnesidir. Namazda birden bütün ümmet “ahsen-i takdîm” sırrıyla görünür. Evvelden ebede kadar bütün âlem, insanın üzerinde tecellî eder. Hepsi birleşir, küllîleşir, Kab-ı Kavseyn makamına çıkar.
Biz bu incelikleri anlayamazdık. Biz uçamıyoruz, ama uçağa binince havada gidiyoruz. İşte Resûl-i Ekrem bizi alıp götürüyor. O sırları bilmek bize gerekmez; bilmemiz mümkün de değildir. O biliyor, bize de diyor ki:
“Beni nasıl görüyorsanız öyle namaz kılın.”
Bak, “Benim namazım gibi namaz kılın” demedi; “Beni nasıl görüyorsanız öyle kılın” dedi.
Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bize böyle bir Nebî nasip etti. Ubudiyetin en ince esrârına vâkıf. Ona ittibâ eden, doğrudan doğruya velâyet-i kübrâ’nın feyizlerine mazhar olur.
Bundan daha yüksek bir meslek var mı? Namazdan başka bir seyr ü sülûk olur mu? Namazdan başka Allah’a giden bir yol var mı?
Bütün seyr u sülûkler namazdadır, namazın dışında değildir.
Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) işte buna çağırıyordu: Namaza. Hep dersi buydu: “Hayya ale’s-salât!” Başka bir şey yoktu.
Namazı düzgün kılsak, ders olarak yeter. Bizim diğer derslerimiz ne içindir? Namazda bu sırları anlayamıyoruz; dersler namaza hazırlık içindir. Esas odur. Namazda terakkîsi olmayana, başka hiçbir terakkî yoktur.
Enbiyâ ve evliyânın “لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ” zikrinde ittifak etmeleriyle, o icmâda hasıl olan tevâfuk-u esvât, yani seslerin birlik ve ittihadı, zâkire şunu müyesser kılar: O zikri bir halka-i zikir gibi görür.
Meselâ sen bir yerde “لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ” dedin. İşte bütün asırlarda, bütün zikirlerde aynı seda birleşir, bir halka-i zikir olur.
Bu halka, İmâmü’l-Enbiyâ Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm’ın riyaseti altında teşekkül eder. Onun sağında (mâzi tarafında) enbiyâ, solunda (istikbal tarafında) evliyâ oturmuş, hep birlikte tek sesle Allah’ı zikrederler.
“Kim kalbini uyanık kılar, şahit bir hâlde kulak verirse işitir.”
Gafletten sıyrılıp huzûr-u kalp ile dinleyen o sesi duyar. Bu hava titreşimi değildir; kalp duyar.
Resûl-i Ekrem “لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ” dedi mi, nasıl dalgalanıyor gör. Bütün âleme yayılan bir ses oluyor. Mâzide enbiyâ, istikbalde evliyâ onun zikriyle zikrediyor.
Gözü ve kulağı keskin olan, bu defa bütün masnuattan o zikri işitir. Yani yalnız insandan değil; bütün kâinat “لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ” diyor, lisan-ı Muhammedî ile zikrediyor. Çünkü bütün mahlûkat o tevhidin şahitleridir.
Ve insan kendisini de o halka-i zikir içinde görür. İşte bunun için sünnette bir sır vardır: Kendi zikrin olarak değil, Resûl-i Ekrem’in zikri olarak yap ki velâyet-i kübrâ’nın sırrına mazhar olasın.
O zaman kelimelerin mânâsı ne kadar büyür! Meselâ namazda sen:
“التَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ”
dedin. Zannettin ki kendi âleminde söylüyorsun. Hâlbuki bu söz, Miraç’ta Resûl-i Ekrem’in Cenâb-ı Hak’la konuşmasıdır, Allah’ın ona cevabıdır. Böylece cüz’î manalar küllîleşir; sen de ona hizmet etmiş olursun.
İşte bu sırra eren, başka tarikat arar mı? Ben demiyorum ki diğer tarikatlar hakikatsizdir. Hayır! Bütün tarikatlar ve hakikatler, Resûl-i Ekrem’in tarikatından gayrî değildir.
Onlar ancak mecâzî bir isnatla, meselâ Kâdirî, Nakşî, Şâzelî diye anılır. Risale-i Nur talebesi de öyledir. Çünkü okuduğumuz şey Kur’ân’dan ve Resûl-i Ekrem’den gayrî bir şey değildir.
Sûreti burada göründüğü için Risale-i Nur şâkirdi denmiştir. Hakikatte o Kur’ân’ın şâkirdidir, Resûl-i Ekrem’in şâkirdidir. Bu yol, tarîk-i Kur’ân’dır. Gayrî bir yol değildir.
Kim onu başka bir tarikat zannederse, henüz hakikati anlamamış bir talebedir. Hakikatte hepsi tarîkat-ı Muhammediye’nin içindedir.
Ne zaman bu sır inkışaf ederse, artık ayrılık ve gayrılık görmez. “Bu Kâdirî, bu Nakşî, bu Nurcu, bu Şâzelî” diye taassup etmez. Gavs-ı Geylânî Nurcu muydu, Nakşî miydi? Bunlar sûretperestliktir.
Hakikatte hepsi Risale-i Nur’un şâkirdidir. Çünkü hepsi Kur’ân’ın, hepsi Resûl-i Ekrem’in yolundadır.
Biz de Kâdirîyiz, Nakşî’yiz. Hakikatte ayrılık yoktur. Çünkü bütün bu cedvellerin başı Kur’ân’dır. Burada ihtilâf yoktur, farklı bir şey anlatılmamıştır.
İşte bu, Resûl-i Ekrem’e ittibâ sırrıdır. Velâyet-i Kübrâ budur. Sen haricîde fersah fersah gitsen, şeriat-ı Muhammediyye’de olan bir zerre inkişaf onun fevkindedir.
Tarikatlarda “fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-Resûl, fenâ fillâh” tabirleri vardır. Önce fenâ fi’ş-şeyh, sonra fenâ fi’r-Resûl, en sonunda fenâ fillâh. Asıl maksat fenâ fi’r-Resûl ve fenâ fillâh’tır. Fenâ fi’ş-şeyh, yeni başlayan talebenin meselenin hakikatini henüz anlayamadığı için şeyhini merkeze almasıdır. Zamanla anlar ki şeyh maksut değildir; hepsi Risâlet-i Muhammediyye’yi gösteriyor.
Sırrın sırrı Resûl-i Ekrem’i hatıra getirmektir. Resûl-i Ekrem hatıra getirilmeden hakikate ulaşılamaz. Onu hatırladığın anda doğrudan doğruya sünnete ittibâ vardır. Dolaylı ittibâ olmaz.
Bir kimse sünnetin bir emrini yerine getirir; mesela namazdan sonra tesbih çeker, “سُبْحَانَ اللَّهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ” der. Bu sünnettir. Fakat “Üstadımız böyle yapmış” diyerek, doğrudan Resûl-i Ekrem’i hatıra getirmeden, sadece bir usûl yahut mezhep kitabında yazdığı için yaparsa, sır inkişaf etmez.
Hanefîlik, Şâfiîlik, Kadirîlik, Şâzelîlik, Nurculuk, Süleymancılık olmaz. Sırf Şâri’i, yani Resûl-i Ekrem’i hatıra getireceksin. Doğrudan ona ittibâ edeceksin. Dolaylı ittibâ değil. Kasd-ı mahsusla… sır oradadır. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mucizedir. Ondan rivayet olunan kelimeler elmas gibidir. Hiçbir şey onun derecesine yetişmez. Sırf iksir sünnete ittibâdır.
Üstat da neticede Resûl-i Ekrem’den almıştır, Kur’ân’dan almıştır. Ama mesele, doğrudan ayna gibi Resûl-i Ekrem’i görmek, ona ittibâ etmektir. Dolaylı olmaz. Zihin lâzımın lâzımına intikal etmez. İkinci bir nazar herkeste bulunmaz.
* Mesnevî-i Nuriye – Katre 83 Dersinden…